îlk
kez gittiği Amerika ile ilgili izlenimlerini, bu ülkeden nasıl
etkilendiğini, 1993 yılında Cedit Grubu'nun Ankara'da düzenlediği
toplantıda şöyle anlatacaktır :
"1952 senesinde,
mezun olduktan bir yıl sonra Amerika'ya yolladılar. Şimdi, o günkü
Türkiye'den bir insanı New York'a götürün. Nasıl şaşırdığını
tahmin edemezsiniz. Tabii bize hep şunu öğrettiler : Bir Türk
cihana bedeldir. Bir Türk on düşmana bedeldir. Ondan sonra,
gittik Amerika'ya... Dev binalar, muazzam medeniyet. Onun karşısında
sorgulamaya başladık, bu bize öğretilenler doğru mu diye...
1952 senesinde
Amerika'da elektrik mühendisiydim. Hava hatları gördüm. İnanır
mısınız, 1952 senesinde Türkiye'de bir tane şehirlerarası
enerji nakil hattı yoktu. Bütün şehirler izole... Birçok şehirde
de elektrik yoktu. Bugün 1950 Türkiye'sinin elektriğini ya iki,
ya üç günde üretiyoruz. Tabii, onları görünce müthiş bir
eziklik hisediyorsunuz. Bizden o kadar ileride bir toplum ki, herşeyleri
var. Televizyon çıkmış, bizde yok. 1952'de gittiğim Amerika'da
ilk defa televizyon gördüm. Ondan sonra da üzülüyorsunuz, nasıl
olacak da biz bu ileri topluma yetişeceğiz diye..."
Turgut Bey Mutluluğu
Yakalıyor
Özal, 1954 yılının
mayıs ayında ikinci evliliğini Semra Hanım'la yapacaktır.
Nişantaşı Kız
Lisesi mezunu olan Semra Yeyinmen, Ankara'ya gider ve EİEİ'de
daktilo olarak çalışmaya başlar. Hareketli, neşeli, güzel bir
kızdır. Üstelik mantık dokusu sağlam, oturup kalkmasını,
sohbeti, konuşmayı bilen akıllı bir kız...
Semra Hanım'ı görür
görmez çok beğenen Özal, onun ilgisini çekmek için çareler
aramaya başlar. Sonrasını kendi ağzından dinleyelim :
"Sene 1954'dü.
Ben, Amerika'dan yeni dönmüştüm. Tabii bekârız. Şöyle etrafıma
bakarken, onu ilk görür görmez hemen dikkatimi çekti. Güzel, alımlı
bir kızdı. Sonra ağır başlı, seviyeli olduğu da her halinden
belliydi. Fakat çok ölçülü davranıyor, hiç yüz vermiyordu.
Ne yapayım da dikkatini çekeyim diye düşünmeye başladım.
Dikkatini çekmek için sonunda bir |
|
yol buldum. Akşam o giderken gider daktilosunu bozardım. Sabah
geldiğinde, daktiloyu bozuk buluyordu. Ben de hemen fırsatı
değerlendiriyordum. Yanına gidip, 'daktilonuzun bozuk olduğunu duydum.
Ben biraz anlarım. Müsaade ederseniz bir bakayım' diyordum. Sonra,
gerekli tamiri yapıyordum. Ara sıra yanına gider, hayali kız arkadaşlar
uydurur, onlar üzerine konuşurdum. Mesela, 'kız arkadaşıma ne hediye
alayım?' filan gibi. Maksadım onu kıskandırıp, dikkatini çekmek. O ise bana,
hediye konusunda saf saf tavsiyelerde bulunuyordu."
Semra Hanım ise, yaşamının
o heyecanlı ve tatlı anılarını, uzun yıllar sonra bile yeniden
yaşar gibidir :
"Aslında ben
onun niyetini anlamıştım. Ama anlamazlıktan geliyordum. Turgut
Bey'in bana sık sık baktığını da farkediyordum. Bir türlü
yaklaşamıyordu. Çok çekingendi. Bir keresinde daktilomu tamir
etmek istediğinde, 'memnuniyetle' dedim. Birkaç gün sonra
daktilomu yine bozuk buldum. Turgut Bey geldi, hemen tamir etti. Hal
hatır sordu. İyice şüphelenmiştim. Ama sesimi çıkarmadım.
Daktilom devamlı bozuluyor, o da gelip tamir ediyordu. Artık,
bozma işinin onun tarafından yapıldığını biliyordum. Hiç
sesimi çıkarmadım. Çünkü, benim de hoşuma gitmeye başlamıştı."
Semra Hanım'ın
daktilosunu, onun ilgisini çekmek için sık sık bozmak, Turgut
Bey'in kendine özgü muzipliklerinden biridir. Zeki insanlar aynı
zamanda muzip de olurlar. O da, muzipliği sayesinde mutluluğu
yakalamayı başarmış, yaşamı boyunca muziplikten hiç vazgeçmemiştir.
Gazeteci Hasan Cemal anlatır:
"Muzipliği
sever Özal. 1980 öncesi kendisini bürokraside tanımış yakın
bir arkadaşından dinlemiştim :
'Bir kalem çıkarır
cebinden. Tut bakayım şunu der. Tutarsın, o anda elektrik çarpar,
titrersin. Başka birşey çıkarır. Al bakayım eline der. Eline
alıp bakarken, bu defa su fışkırır yüzüne. Muzip muzip güler.'
Bir kez ben de tanık
olmuştum Özal'ın bu çocuksu yanına.
1989 Mart'ının başları.
Yerel seçim kampanyasının hızlandığı günler.
Mersin'den
helikopterle havalandık. Taşucu'na doğru uçu- |